Aradım internette var mı deyu bu öykü, bir parçasını buldum sadece, belki tam yazılı metin de vardır ama ben internetten arama tarama yapma ve bulma konusunda olağanüstü yeteneklerle donatılmış olduğum için, elbette bulamadım. O zaman pamuk eller klavyeye dedim, bildiğin açtım kitabı oturdum yazdım, ehu, dna'nın mirasını copy paste edeyim derken alın teri şeyaptım yani herkes bilsin pardon da bi dk da..
keyifli okumalar =)
cengiz han’ın özel hayatı
son atlı da dumanların
içinde görünmez oldu ve hayvanların toynaklarının bıraktığı gümbürtü kurşuni
renkli uzaklıkların içinde yavaş yavaş kayboldu.
Duman sanki toprağın
üzerinde asılı kalmış gibiydi ve rüzgarla birlikte gökyüzünün batısında açık
bir yara gibi görünen günbatımına doğru sürüklendi.
Savaş sonrasının çınlayan
sessizliğinde, çayırlığın üstüne dağılmış paramparça kanlı yıkıntının arasında
yalnızca çok hafif, acınacak kadar hafif çığlıklar duyulabiliyordu.
Yaşadıkları dehşetin
etkisiyle sersemlemiş, hayaletimsi gölgeler ağaçların arasından çıkıyor,
tökezleyerek ilerliyor ve ardından ağlayarak koşuyorlardı – kadınlar zaten
ölmüş ya da ölmekte olanlar arasında kocalarını, erkek kardeşlerini,
babalarını, sevgililerini aramaktaydı. Aradıkları yeri aydınlatan titreşen
ışıksa o öğleden sonra resmen Moğol İmparatorluğunun parçası haline gelen ve
hâlâ yanmakta olan köylerinden geliyordu.
Moğollar.
Orta Asya’nın
bozkırlarından kopup gelen ve dünyanın tamamen hazırlıksız yakalandığı vahşi
güç. Önlerine çıkan her şeye çılgın bir orak gibi saldırıyor, yarıyor, biçiyor,
yok ediyor ve buna zafer diyorlardı.
Ve onlardan korkan ya da
yakın gelecekte korkacak olan diyarlar boyunca hiçbir isim, liderleri Cengiz
Han kadar korku uyandırmıyordu. Asya’nın savaşçı hükümdarlarının en büyüğü olan
o, tek ve benzersizdi, savaşçıları arasında bir tanrı gibi saygı görüyor, gri
yeşil gözlerinin soğuk ışığı, kaşlarının vahşi çatıklığı ve hepsinin canına
okuyabileceği gerçeği onu hemen öne çıkarıyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde
ay yükseldi ve onun ışığında, ellerinde meşaleler taşıyan küçük bir grup atlı
yakınlarındaki bir tepeye yayılmış Moğol ordugâhından sessizce dışarı süzüldü.
Dikkatsiz
bir gözlemci, grubun ortasında at süren, kaba bir pelerinle sarmalanmış ve
sanki ağır bir yükün altındaymışçasına atının üzerinde öne doğru eğilmiş gergin
adamda bir gariplik olduğunu düşünmezdi, çünkü dikkatsiz bir gözlemci o sırada
ölmüş olurdu.
Atlılar ay ışığıyla
patikaları izleyerek aydınlanmış ağaçlıkların içinden geçip birkaç kilometre
ilerlediler, sonunda küçük bir açıklığa gelerek burada atlarını dizginlediler
ve liderlerinin emrini beklediler.
Liderleri, atını yavaş
yavaş ileri doğru sürdü, açıklığın ortasına sıralanıp birbirine sokulmuş , iç
içe duran ve ilk bakışta terk edilmiş bir görüntü verebilmek için epey çaba
gösteren köylü kulübelerini gözden geçirdi.
Derme çatma bacalardan
neredeyse hiç duman çıkmıyordu. Hiçbir camda ışık yoktu ve ‘şııışt...’ diyen
küçük bir çocuk dışında hiçbir yerden çıt çıkmıyordu.
Moğol liderinin
gözlerinden bir an tuhaf ve yeşil bir alev fışkırır gibi oldu. İnce, zayıf
sakalının arasından ağır ve ölümcül bir şey, gülümseme demek için çok
zorlanacağınız bir şey belirdi hafifçe. Tuhaf ve gülümsemeye benzeyen bu şey,
kendisine bakacak kadar aptal olan herkese, fer gecesinde, bir Moğol savaşçı
hükümdarının en çok sevdiği şeyin eğlenmek olduğunu (kısaca) hatırlatırdı.
Kapı ardına kadar açıldı.
Moğol savaşçılarından biri kulübeden içeri deli bir rüzgâr gibi daldı. İki çocuk,
minik odanın bir köşesinde gözleri fal taşı gibi açılmış ve korkuyla sinmiş
annelerine doğru çığlıklar atarak koştu. Bir köpek acı acı havladı.
Savaşçı, meşalesini hâlâ
kor halinde olan teşe fırlattı, sonra köpeği de ateşin içine attı. Bu ona köpek
olmayı öğretirdi. Ailenin hayatta kalan son erkeği olan saçları ağarmış, yaşlı
büyükbaba cesaretle öne doğru atıldı, gözleri çakmak çakmaktı. Moğol, kılıcının
bir hamlesiyle yaşlı adamın kafasını uçuruverdi. Kafa yuvarlanarak döşemeyi
geçti ve bir masanın ayağına pervasızca yaslanarak durdu. Yaşlı adamın bedeni
bir an için ne düşüneceğini bilemeden, gergin bir şekilde ayakta kaldı. Sonra öne
doğru, ağır ağır, heybetli bir şekilde yuvarlanırken Han içeri girdi ve onu
kenara doğru kabaca itti. Mutlu ev ortamını şöyle bir inceledi ve gaddar bir
gülücük ihsan etti. Sonra büyük bir koltuğa doğru yürüdü ve önce rahat olup
olmadığını kontrol etmek için oturdu. Memnun kalınca, derin bir iç geçirerek
köpeğin şen çıtırtılarla kızarmakta olduğu ateşe yüzünü dönüp arkasına
yaslandı.
Savaşçı, dehşet içindeki
kadını yakaladı, çocuklarını kabaca bir kenara itti ve tir tir titreyen kadını
kudretli Han’ın karşısına getirdi.
Kadın genç ve güzeldi,
uzun siyah saçları darmadağınıktı. Göğsü hızla inip kalkıyordu ve yüzü korkuyla
kasılmıştı.
Han onu ağır ve
aşağılayıcı bir bakışla süzdü.
‘Bu, kim olduğumu,’ diye
kısık ve ölü bir sesle sordu, bir süre sonra, ‘biliyor mu?’
‘Sen ... sen kudretli Han’sın!’
diye hıçkırdı kadın.
Han’ın gözleri
kadınınkilere sabitlendi.
‘Bu, kendisinden ne
istediğimi,’ diye dişlerinin arasından tısladı, ‘biliyor mu?’
‘Ben ... ben sizin için
her şeyi yaparım ulu Han’ım,’ diye kekeledi kadın, ‘ama çocuklarımı
bağışlayın!’
‘O halde başla,’ dedi
Han, sakin bir sesle. Gözlerini indirdi ve dalgın bakışlarla ateşi
seyretmeye
başladı.
‘Kadın korkudan
titreyerek ve huzursuz bir ruh haliyle öne doğru yaklaştı, sonra solgun elini
çekingen bir şekilde Han’ın koluna koydu.
Savaşçılardan biri
kadının elini tokatlayarak itti.
‘Böyle değil!’ diye
uludu.
Kadın geri çekildi,
titriyordu. Daha iyi olması gerektiğini fark etmişti. HâLâ titreyerek, yere diz
çöktü ve Han’ın bacaklarını nazikçe birbirinden ayırmaya çalıştı.
‘Kes şunu!’ diye gürledi
savaşçı ve kadını şiddetle geriye savurdu. Yerde sinmiş bir şekilde
titreyen
kadının gözlerindeki dehşete şaşkınlık da karışmaya başlamıştı.
‘Haydi,’ diye tersledi
savaşçı, ‘ona gününü nasıl geçirdiğini sor.’
‘Ne ...? ‘ diye hıçkırdı
kadın, ‘ben ... ben anlamıyorum, ne ...’
Savaşçı kadının kolunu
kavradı, çevirerek boyunduruğuna aldı v e kılıcının ucuyla boğazını dürttü.
‘Ona sor diyorum,’ diye
tısladı dişlerinin arasından, ‘gününün nasıl geçtiğini sor!’
Kadın acıdan ve olanları
kavrayamamaktan dolayı soluksuz kalmıştı. Kılıç yine dürttü, ‘Sor
dedim!’
‘Eee, günün ... nasıl ...
eee ...,’ dedi kadın tereddütlü ve cızırtılı bir ciyaklamayla , ‘geçirdiniz
...iz’
‘Sevgilim!’ diye tısladı
asker, ‘sevgilim’ diyeceksin!’
Kılıcın boğazına
değmesiyle, kadının gözleri dehşetle yuvalarından fırladı.
‘Günün nasıl geçti ...
sevgilim?’ diye sordu kadın.
Han gözlerini kaldırıp
kısa ve yorgun bir bakış attı.
‘Ah, her zamanki gibi,’
dedi. ‘Şiddet dolu.’
Sonra yeniden ateşi
seyretmeye koyuldu.
‘Tamam,’ dedi kadına,
savaşçı, ‘devam et.’
Kadın biraz olsun
rahatladı. Bir tür sınavı geçmiş gibi görünüyordu. Belki bundan sonrası daha
kolay olur ve en azından bir an önce biterdi. Huzursuzca öne doğru bir hamle
yaptı ve yeniden Han’ı okşamaya çalıştı.
Savaşçı, zavallı kadını
odanın karşı tarafına doğru şiddetle savurdu, tekmeledi ve çığlıklarına
aldırmadan sertçe tekrar ayağa kaldırdı.
‘Sana şunu yapma
demiştim!’ diye uludu. Kadının yüzünü kendisininkine yaklaştırdı. Ucuz şarap ve
bir haftalık ekşimiş keçi yağı kokusuyla yüklü nefesini suratına doğru ciğer
dolusu üfledi, ama bu kadını neşelendiremedi, çünkü bu hareket kendisine her
akşam aynı şeyi yapan, yasını tuttuğu merhum kocasını hatırlatmıştı. Hıçkırdı.
‘Ona iyi davran!’ diye
hırladı Moğol ve artık istemediği dişlerinden birini tükürerek kadına fırlattı.
‘Ona işlerin nasıl gittiğini sor!’
Kadın ona aptal aptal
baktı. Kâbus devam ediyordu. Yanağına can yakıcı bir darbe indi.
‘Ona yalnızca,’ diyerek
yeniden gürledi savaşçı, ‘işlerin nasıl gidiyor hayatım, diye soracaksın!’
Kadını öne doğru itti.
‘İşlerin... İşlerin nasıl
gidiyor ... hayatım?’ diye kesik kesik perişan bir sesle sordu kadın.
Savaşçı onu omuzlarından
tutup sarstı. ‘Biraz şefkat kat içine!’ diye kükredi.
Kadın tekrar hıçkırdı. ‘İşlerin
... işlerin nasıl gidiyor ... hayatım?’ yine acı, mutsuz bir sesle, ama
bu kez
sonuna dokunaklı bir dudak sarkıtma ekleyerek.
Kudretli Han içini çekti.
‘Ah, çok kötü değil,
sanırım’ dedi, sanki dünyanın yükünü sırtlanmışçasına. ‘Mançurya’yı biraz ezip
geçtik ve epey kan döktük. Bu, sabah oldu, sonra bu öğleden sonra genel olarak
yağmayla geçti, ama dört buçuk civarında biraz daha kan döktük. Sen ne yaptın?’
Böyle diyerek, kürklerin
içinden birkaç harita çıkardı ve içten içe yanmaya devam eden köpeğin ışığında
dalgın bakışlarla onları incelemeye koyuldu.
Moğol savaşçısı yanmakta
olan bir dal parçasını ateşten çekti ve tehditkâr bir tavırla kadına yaklaştı.
‘Anlat, devam et!’
Kadın bir çığlık atarak
geri kaçtı.
‘Anlat!’
‘Eee, kocam ve babam
öldürüldü!’ dedi.
‘Ya, öyle mi hayatım?’
dedi Han, boş boş, kafasını haritalardan kaldırmadan.
‘Köpek yakıldı!’
‘Ah, ya, sahi mi?’
‘Eee, hepsi bu, gerçekten
... eee ...’
Savaşçı elinde yanan dal
parçasıyla kadına yaklaştı.
‘Şey, evet ve biraz da
işkence gördüm!’ dedi kadın.
Han başını kaldırıp
kadına baktı. ‘Ne?’ dedi tereddütlü bir tavırla. ‘Affedersin, hayatım, şunu
okuyordum da.’
‘Tamam,’ dedi asker, ‘ona
biraz dırdır et!’
‘Ne?’
‘Sadece şöyle de: ‘Bana
bak, Cengiz, ben seninle konuşurken o şeylerle uğraşmayı bırak. Şu halime bak,
bütün gün köle gibi, bir kap sıcak ...’
‘Beni öldürür!’
‘Söylemezsen, öleceksin
zaten.’
‘Dayanamıyorum!’ diye
haykırdı kadın ve yere yığıldı. Kendisin ulu Han’ın ayaklarına attı. ‘Bana
işkence etmeyin,’ diye hıçkırdı. ‘Eğer amacınız bana tecavüz etmekse edin, ama
...’
Ulu Han ayağa fırladı ve
öfkeli bakışlarla yerde yatan kadına baktı. ‘Hayır,’ diye homurdandı,
acımasızca, ‘sadece gülerdin- sen de tıpkı diğerleri gibisin.’
Kulübeden dışarı fırtına
gibi fırladı va tına binip öyle bir öfkeyle gecenin içine doğru daldı ki,
ayrılmadan önce neredeyse köyü yakmayı unutuyordu.
Özellikle kötülük ve
şiddet dolu bir başka günün ardından, son atlı da dumanların içinde görünmez
oldu ve hayvanların toynaklarının bıraktığı gümbürtü kurşuni renkli
uzaklıkların içinde yavaş yavaş kayboldu.
Duman sanki toprağın
üzerinde asılı kalmış gibiydi ve rüzgârla birlikte gökyüzünün batısında açık
bir yara gibi günbatımına doğru sürüklendi.
Savaş sonrasının çınlayan
sessizliğinde, çayırlığın üstüne dağılmış paramparça kanlı yıkıntının arasında
yalnızca çok hafif, acınacak kadar hafif çığlıklar duyulabiliyordu.
Yaşadıkları dehşetin
etkisiyle sersemlemiş, hayaletimsi gölgeler ağaçların arasından çıkıyor,
tökezleyerek ilerliyor ve ardından ağlayarak koşuyorlardı – kadınlar zaten
ölmüş ya da ölmekte olan olanlar arasında kocalarını, erkek kardeşlerini,
babalarını, sevgililerini aramaktaydı.
Duman toprağın üzerinde
asılı kalmıştı. Rüzgârla, gökyüzünün batısında açık yara gibi uzanan, batan
güneşe doğru sürüklendi.
Savaş sonrasının çınlayan
sessizliğinde, çayırların üzerindeki kanlı enkazdan, çok, çok az, acınacak
kadar az çığlık duyulabiliyordu.
Dehşetten sersemlemiş,
hayaletleri andıran şekiller ağaçlar arasından çıkıyor, tökezliyor, sonra
ağlayarak öne doğru atılıyorlardı – kadınlar önce ölmekte olanlar, sonra ölmüş
olanlar arasında kocalarını, erkek kardeşlerini, babalarını, sevgililerini
arıyorlardı.
Çok uzaklarda, duman
perdesinin ardında, binlerce atlı bağırış çığırış ve bol miktarda şakırtı arasında,
kimin daha iyi kamçı vurduğunu karşılaştırarak geniş bir alana yayılmış
kamplarına vardılar, atlarından indiler ve hemen ucuz şarap ve ekşimiş keçi
peynirine gömüldüler.
Görkemli imparatorluk
çadırının önünde, üstü başı kan lekeli, savaş yorgunu Han atından indi.
‘Hangi savaştı bu?’ diye
sordu, onunla birlikte at sürmüş olan oğlu Ögeday’a. Ögeday, şiddet ve
kötülüğün her türüne son derece meraklı, genç ve hırslı bir generaldi.
Kendisine ait olan tek bir kılıç hamlesiyle en yüksek sayıda köylüyü kazığa
oturtmak alanındaki dünya rekorunu egale etmeyi umuyordu ve bu gece bu konuda
bilgili biraz pratik yapma imkanı bulacaktı.
Uzun adımlarla babasına
doğru yürüdü.
‘Bu Semerkand Savaşıydı, Ulu Han!’ diye haykırdı
ve son derece etkileyici bir tavırla kılıcını şakırdattı.
Han kollarını kavuşturdu
ve atının üstünde eğilerek aşağıdaki vadide bıraktıkları dehşetengiz karmaşaya
baktı.
‘Şey, artık farkı ayırt
edemiyorum,’ dedi içini çekerek. ‘Kazandık mı?’
‘Evet! Evet! Evet!’ diye
haykırdı Ögeday, ateşli bir gururla. ‘Çok büyük bir zaferdi hem de!’
‘Gerçekten öyleydi!’ diye
ekledi yeniden kılıcını şakırdattı. Heyecanlanarak kınından çıkardı ve
alıştırma olarak birkaç hamle denedi. Evet, diye düşündü, bu akşam hedefi altı
olacaktı.
Han yaklaşan
alacakaranlığa bakarak yüzünü buruşturdu.
‘Azizim,’ dedi, ‘bu iki
saatlik savaşlarla geçen yirmi yıldan sonra hayatta başka şeyler de olmalı diye
düşünmeye başladım, bilirsin.’ Döndü, altın işlemeli kaftanının kanlı, yırtık
eteğini kaldırdı ve kıllı göbeğine baktı. ‘Bak, dokun şuraya,’ dedi, ‘biraz
kilo mu almışım?’
Ögeday, Han’ın göbeğine
huşuyla karışık sabırsızlıkla baktı.
‘Eee, hayır,’dedi. ‘Hiç
de değil.’ Parmağının bir şıklamasıyla, haritaları getirmesi için bir
hizmetkarı çağırdı Ögeday, geleni kılıçtan geçirdi ve hizmetkar yere düşerken,
onun cansız ama pek de şaşırmamış parmakları arasından büyük saldırının
planlarını almayı başardı.
‘Şimdi, Yüce Han,’ dedi,
haritayı bu maksatla kamburunu çıkarmış bekleyen başka bir hizmetkarın sırtına
yayarken, ‘İran’a doğru ilerlemeliyiz ve orada sonra bütün dünyayı ele
geçirmeye hazır olacağız!’
‘Hayır, bak, dokun şuna,’
dedi Han, parmakları arasına bir deri katmanı sıkıştırarak. ‘Sence ...’
‘Han!’ diyerek aceleyle
araya girdi Ögeday. ‘Biz dünyayı ele geçirmek üzereyiz!’ Haritaya bir bıçak
sapladı, altındaki hizmetkar, sol akciğerinin altında nahoş bir çentik sahibi
oldu.
‘Ne zaman?’ dedi Han
kaşlarını çatarak.
Ögeday ellerini
sabırsızca havaya kaldırdı. ‘Yarın!’ dedi. ‘Yarın başlıyoruz!’
‘Ah, evet, yarın biraz
zor, biliyor musun,’ dedi Han. Yanaklarını şişirdi ve biraz düşündü. ‘Mesele
şu, gelecek hafta katliam teknikleri üzerinde Buhara’da bir konferans vermem
gerekiyor ve yarını onu hazırlamak için kullanırım diye düşünmüştüm.’
Haritayı sırtında taşıyan
hizmetkar ağır ağır yere yuvarlanırken Ögeday babasına şaşkınlıkla baktı.
‘Peki, ama bunu erteleyemez
misin?’ diye haykırdı.
‘Eee, bak, bana bunun
için şimdiden oldukça yüklü bir ödeme yaptılar, o yüzden biraz mecburum.’
‘Peki, Çarşamba?’
Han kaftanından bir kağıt
rulosu çıkardı ve kafasını yavaşça sağa sola sallayarak onları inceledi. ‘Çarşambadan
pek emin değilim...’
‘Perşembe?’
‘Hayır, perşembeden
eminim. Ögeday ile karısı yemeğe geliyorlar ve ben söz verdim ki...’
‘Ama Ögeday benim.’
‘Eh, görüyor musun işte.
O zaman senin için de uygun bir gün değil zaten.’
Ögeday’ın sessizliği yalnızca
binlerce kıllı Moğol’un bağrışmaları, kavgaları ve sarhoş görüntüleri
bozuyordu.
‘Bak,’ dedi sakin bir
sesle, ‘dünyayı fethetmek için hazır olacak mısın ... Cuma günü?’
Han içini çekti. ‘Eh,
Cuma günleri sekreter geliyor.’
‘Öyle mi?’
‘Bütün o yanıtlanacak
mektuplar. İnsanların zamanımızı nasıl aldığına inanamazsın.’ Keyifsizce atına
yaslandı. ‘ Bunu imlar mıydım, şuraya gider miydim. Lütfen bir hayır kurumu
için katliam sponsorluğu yapar mıydım. Bütün bunlar en az saat üçe kadar
sürüyor. Sonra uzun bir hafta sonu için erken çıkmayı düşünüyordum. Bakalım, Pazartesi,
Pazartesi ...’
Elindeki ruloyu tekrar
inceledi.
‘Pazartesi mümkün değil, korkarım.
Dinlenme ve enerji toplama zamanı, ki ben bu konuda ödün vermem. Salıya ne
dersin?’
Uzaktan uzağa duyulan
ağıt sesini andıran garip inilti o an kadın ve çocukların katledilen
erkeklerinin ardından kopardığı günlük feryada benzedi, ama bu Han’ın hiç
dikkatini çekmedi. Ufukta bir ışık aşağı yukarı salındı.
‘Bak, Salı sabahtan boşum
– hayır, bekle bir dakika, o gün için şeyleri anlama konusunda her şeyi bilen,
ki bu benim son derece zayıf olduğum bir alan, şu son derece ilginç adamla
randevulaştık gibi. Çok kötü oldu, çünkü bu haftaki tek boş günümdü. Pekala, o
halde gelecek Salıyı yararlı bir şekilde kullanmayı düşünebiliriz – ama yoksa o
gün de ...’
Ağıta benzer inilti devam
etti, hatta şiddeti arttı, ama akşam rüzgarıyla öylesine hafif bir esinti
olarak gelmişti ki, hala Han’ın işitme eşiğini aşamamıştı. Yaklaşan ışık da o
gece son derece parlak olan ay ışığından eyırt edilemeyecek derecede soluktu.
‘Korkarım,’ dedi Han, ‘böylece
neredeyse Mart’ın sonunu bulduk.’
‘Nisan?’ diye sordu
Ögeday, bıkkın bir tavırla. Elindeki kırbaçla aylak aylak oynarken, oradan geçmekte
olan bir köylünün karaciğerini yerinden çıkarıverdi, ama işin tadı kalmamıştı.
Ciğeri neşesiz bir hareketle karanlığın içine fırlattı. Yıllardır, sadece her
an Ögeday’ın yakınında olma avantajını kullanarak çok şişmanlamış bir köpek
hemen ciğere atladı. Bunlar hoş zamanlar değildi.
‘Şey, hayır, Nisan dolu’
dedi Han. ‘Nisan’da Afrika’ya gidiyorum, bu kendi kendime verdiğim bir söz.’
Gecenin içinden
kendilerine yaklaşmakta olan ışık, en sonunda yakınlardaki bir iki önemli
Moğolun dikkatini çekmişti. Bu yüzden birbirlerine vurmayı ve onu bunu
bıçaklamayı kesip merakla yaklaştılar.
‘Peki,’ dedi Ögeday, o
hala ne olup bittiğinden habersizdi, ‘ o zaman, dünyayı Mayıs’ta fethetmeye
karar verebilir miyiz lütfen?’
Kudretli Han kuşkulu bir
tavırla dudağını emdi. ‘Şöyle, bu kadar önceden bir tarihi bağlamak
istemiyorum. Yaşamı önceden tamamen planlanacak olursa insan kendini
zincirlenmiş hisseder. Daha çok okumam gerekiyor, tanrı aşkına, buna ne zaman
vakit bulacağım? Her neyse- içini çekti ve elindeki rulonun üstüne işaretledi. ‘Mayıs
– muhtemelen dünya fethi.’ Kurşunkalemle işaretliyorum, bu nedenle tarihi
mutlak kesin olarak bakma- ama bana hatırlatmaya devam et, sonra duruma göre
bakarız, Hey, bu ne?’
Gümüş renkli ince, uzun
bir araç göklerden ağır ağır inip küvete adım atan güzel bir kadının
zerafetiyle, hafifçe yere kondu. Her tarafından yumuşak bir ışık çağıldıyordu. Açılan
kapısından, uzun boylu, zarif, gri-yeşil karışımı tuhaf tenli bir yaratık
göründü. Yavaşça onlara yürüdü.
Yolu üzerinde, Ögeday’ın
köpeği tarafından karaciğerinin yendiğini gördüğünden beri sessizce ağlayan
köylü yatıyordu. Adam onu geri almasına imkan olmadığını bildiği ve zavallı
karısının bunun üstesinden nasıl geleceğini merak ediyordu. Tam o sırada,
nihayet daha iç açıcı şeylere geçmeye karar vermişti.
Uzun boylu yabancı
yaratık onun üzerinden tiksintiyle, -gerçi bunu fark etmeniz için yüzünü çok
yakından görmeniz gerekirdi- ve biraz
özenerek atladı. Toplanmış Moğol subaylarının her birine başıyla selam verdi ve
ağır metalik cübbesinin altından küçük bir not defteri çıkardı.
‘İyi akşamlar,’ dedi
kısık ve sinsi bir sesle. ‘Benim adım Ebedi Dumura-uğratıcı, ama niye böyle
dendiğini anlatarak sizi sıkmayacağım. Hepinizi selamlarım.’
Döndü ve gözleri fal taşı
gibi açılmış kudretli Han’a hitap etti.
‘Cengiz Han, değil mi?
Cengiz Timuçin Han, Yesügey’in oğlu?’
Ajanda rulosu Han’ın
elinden kayıp yere düştü. Dumura uğratıcının gemisinden gelen soluk pırıltı,
onun meraklı, endişeli ve sarı yüz hatlarını aydınlatıyordu. Kudretli imparator
rüyadaymışçasına öne doğru bir adım attı.
‘Doğru yazılmış mı
kontrol edebilir miyiz?’ diye sordu yabancı, elindeki not defterini uzatarak. ‘
Bu aşamada kaydı yanlış girmiş olmak ve her şeyi sil baştan yapmaktan nefret
ederim doğrusu.’
Han başını hafifçe
sallayarak onayladı.
‘O halde, doğru yazılmış,
öyle mi?’
Şaşkınlaşan İmparator
yüzünü hafifçe eğdi, gözleri hala şaşkın bakıyordu.
‘Güzel,’ dedi Dumura-
uğratıcı ve not defterine küçük bir tamamdır işareti koydu. Başını kaldırıp
baktı. ‘Cengiz Han,’ dedi. ‘sen otuzbircisin, bir ayyaş, minicik bir bok
parçasısın. Teşekkür ederim.’ Bunu söyledikten sonra, gemisine döndü ve uçup
gitti.
Tatsız bir sessizlik
oldu.
O yılın daha sonraki
aylarında Cengiz Han fırtına gibi bir öfkeyle Avrupa’yı ezip geçti, öyle ki,
hırsından az kalsın geride bıraktığı Asya’yı yakmayı unutuyordu.
***
(kuşkucu somon, sf-289-
DNA / graham chapman’ın tv şovu out of the trees -1975- için chapman’ın
tasarlayıp ve Adams’ın yazdığı özgün skeçten yola çıkılmıştır utterly utterly
merry comic relief christmas book 1986 deyu not düşülmüş altına)
***