15 Mart 2014 Cumartesi

otomobil uçar gider..

Aradım internette var mı deyu bu öykü, bir parçasını buldum sadece, belki tam yazılı metin de vardır ama ben internetten arama tarama yapma ve bulma konusunda olağanüstü yeteneklerle donatılmış olduğum için, elbette bulamadım. O zaman pamuk eller klavyeye dedim, bildiğin açtım kitabı oturdum yazdım, ehu, dna'nın mirasını copy paste edeyim derken alın teri şeyaptım yani herkes bilsin pardon da bi dk da.. 

keyifli okumalar =) 


cengiz han’ın özel hayatı

son atlı da dumanların içinde görünmez oldu ve hayvanların toynaklarının bıraktığı gümbürtü kurşuni renkli uzaklıkların içinde yavaş yavaş kayboldu.

Duman sanki toprağın üzerinde asılı kalmış gibiydi ve rüzgarla birlikte gökyüzünün batısında açık bir yara gibi görünen günbatımına doğru sürüklendi.

Savaş sonrasının çınlayan sessizliğinde, çayırlığın üstüne dağılmış paramparça kanlı yıkıntının arasında yalnızca çok hafif, acınacak kadar hafif çığlıklar duyulabiliyordu.
Yaşadıkları dehşetin etkisiyle sersemlemiş, hayaletimsi gölgeler ağaçların arasından çıkıyor, tökezleyerek ilerliyor ve ardından ağlayarak koşuyorlardı – kadınlar zaten ölmüş ya da ölmekte olanlar arasında kocalarını, erkek kardeşlerini, babalarını, sevgililerini aramaktaydı. Aradıkları yeri aydınlatan titreşen ışıksa o öğleden sonra resmen Moğol İmparatorluğunun parçası haline gelen ve hâlâ yanmakta olan köylerinden geliyordu.

Moğollar.

Orta Asya’nın bozkırlarından kopup gelen ve dünyanın tamamen hazırlıksız yakalandığı vahşi güç. Önlerine çıkan her şeye çılgın bir orak gibi saldırıyor, yarıyor, biçiyor, yok ediyor ve buna zafer diyorlardı.

Ve onlardan korkan ya da yakın gelecekte korkacak olan diyarlar boyunca hiçbir isim, liderleri Cengiz Han kadar korku uyandırmıyordu. Asya’nın savaşçı hükümdarlarının en büyüğü olan o, tek ve benzersizdi, savaşçıları arasında bir tanrı gibi saygı görüyor, gri yeşil gözlerinin soğuk ışığı, kaşlarının vahşi çatıklığı ve hepsinin canına okuyabileceği gerçeği onu hemen öne çıkarıyordu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde ay yükseldi ve onun ışığında, ellerinde meşaleler taşıyan küçük bir grup atlı yakınlarındaki bir tepeye yayılmış Moğol ordugâhından sessizce dışarı süzüldü. 

Dikkatsiz bir gözlemci, grubun ortasında at süren, kaba bir pelerinle sarmalanmış ve sanki ağır bir yükün altındaymışçasına atının üzerinde öne doğru eğilmiş gergin adamda bir gariplik olduğunu düşünmezdi, çünkü dikkatsiz bir gözlemci o sırada ölmüş olurdu.

Atlılar ay ışığıyla patikaları izleyerek aydınlanmış ağaçlıkların içinden geçip birkaç kilometre ilerlediler, sonunda küçük bir açıklığa gelerek burada atlarını dizginlediler ve liderlerinin emrini beklediler.

Liderleri, atını yavaş yavaş ileri doğru sürdü, açıklığın ortasına sıralanıp birbirine sokulmuş , iç içe duran ve ilk bakışta terk edilmiş bir görüntü verebilmek için epey çaba gösteren köylü kulübelerini gözden geçirdi.

Derme çatma bacalardan neredeyse hiç duman çıkmıyordu. Hiçbir camda ışık yoktu ve ‘şııışt...’ diyen küçük bir çocuk dışında hiçbir yerden çıt çıkmıyordu.

Moğol liderinin gözlerinden bir an tuhaf ve yeşil bir alev fışkırır gibi oldu. İnce, zayıf sakalının arasından ağır ve ölümcül bir şey, gülümseme demek için çok zorlanacağınız bir şey belirdi hafifçe. Tuhaf ve gülümsemeye benzeyen bu şey, kendisine bakacak kadar aptal olan herkese, fer gecesinde, bir Moğol savaşçı hükümdarının en çok sevdiği şeyin eğlenmek olduğunu (kısaca) hatırlatırdı.

Kapı ardına kadar açıldı. Moğol savaşçılarından biri kulübeden içeri deli bir rüzgâr gibi daldı. İki çocuk, minik odanın bir köşesinde gözleri fal taşı gibi açılmış ve korkuyla sinmiş annelerine doğru çığlıklar atarak koştu. Bir köpek acı acı havladı.

Savaşçı, meşalesini hâlâ kor halinde olan teşe fırlattı, sonra köpeği de ateşin içine attı. Bu ona köpek olmayı öğretirdi. Ailenin hayatta kalan son erkeği olan saçları ağarmış, yaşlı büyükbaba cesaretle öne doğru atıldı, gözleri çakmak çakmaktı. Moğol, kılıcının bir hamlesiyle yaşlı adamın kafasını uçuruverdi. Kafa yuvarlanarak döşemeyi geçti ve bir masanın ayağına pervasızca yaslanarak durdu. Yaşlı adamın bedeni bir an için ne düşüneceğini bilemeden, gergin bir şekilde ayakta kaldı. Sonra öne doğru, ağır ağır, heybetli bir şekilde yuvarlanırken Han içeri girdi ve onu kenara doğru kabaca itti. Mutlu ev ortamını şöyle bir inceledi ve gaddar bir gülücük ihsan etti. Sonra büyük bir koltuğa doğru yürüdü ve önce rahat olup olmadığını kontrol etmek için oturdu. Memnun kalınca, derin bir iç geçirerek köpeğin şen çıtırtılarla kızarmakta olduğu ateşe yüzünü dönüp arkasına yaslandı.

Savaşçı, dehşet içindeki kadını yakaladı, çocuklarını kabaca bir kenara itti ve tir tir titreyen kadını kudretli Han’ın karşısına getirdi.

Kadın genç ve güzeldi, uzun siyah saçları darmadağınıktı. Göğsü hızla inip kalkıyordu ve yüzü korkuyla kasılmıştı.

Han onu ağır ve aşağılayıcı bir bakışla süzdü.

‘Bu, kim olduğumu,’ diye kısık ve ölü bir sesle sordu, bir süre sonra, ‘biliyor mu?’

‘Sen ... sen kudretli Han’sın!’ diye hıçkırdı kadın.

Han’ın gözleri kadınınkilere sabitlendi.

‘Bu, kendisinden ne istediğimi,’ diye dişlerinin arasından tısladı, ‘biliyor mu?’

‘Ben ... ben sizin için her şeyi yaparım ulu Han’ım,’ diye kekeledi kadın, ‘ama çocuklarımı 
bağışlayın!’

‘O halde başla,’ dedi Han, sakin bir sesle. Gözlerini indirdi ve dalgın bakışlarla ateşi 
seyretmeye başladı.

‘Kadın korkudan titreyerek ve huzursuz bir ruh haliyle öne doğru yaklaştı, sonra solgun elini çekingen bir şekilde Han’ın koluna koydu.

Savaşçılardan biri kadının elini tokatlayarak itti.

‘Böyle değil!’ diye uludu.

Kadın geri çekildi, titriyordu. Daha iyi olması gerektiğini fark etmişti. HâLâ titreyerek, yere diz 
çöktü ve Han’ın bacaklarını nazikçe birbirinden ayırmaya çalıştı.

‘Kes şunu!’ diye gürledi savaşçı ve kadını şiddetle geriye savurdu. Yerde sinmiş bir şekilde 
titreyen kadının gözlerindeki dehşete şaşkınlık da karışmaya başlamıştı.

‘Haydi,’ diye tersledi savaşçı, ‘ona gününü nasıl geçirdiğini sor.’

‘Ne ...? ‘ diye hıçkırdı kadın, ‘ben ... ben anlamıyorum, ne ...’

Savaşçı kadının kolunu kavradı, çevirerek boyunduruğuna aldı v e kılıcının ucuyla boğazını dürttü.

‘Ona sor diyorum,’ diye tısladı dişlerinin arasından, ‘gününün nasıl geçtiğini sor!’

Kadın acıdan ve olanları kavrayamamaktan dolayı soluksuz kalmıştı. Kılıç yine dürttü, ‘Sor 
dedim!’

‘Eee, günün ... nasıl ... eee ...,’ dedi kadın tereddütlü ve cızırtılı bir ciyaklamayla , ‘geçirdiniz ...iz’

‘Sevgilim!’ diye tısladı asker, ‘sevgilim’ diyeceksin!’

Kılıcın boğazına değmesiyle, kadının gözleri dehşetle yuvalarından fırladı.

‘Günün nasıl geçti ... sevgilim?’ diye sordu kadın.

Han gözlerini kaldırıp kısa ve yorgun bir bakış attı.

‘Ah, her zamanki gibi,’ dedi. ‘Şiddet dolu.’

Sonra yeniden ateşi seyretmeye koyuldu.

‘Tamam,’ dedi kadına, savaşçı, ‘devam et.’

Kadın biraz olsun rahatladı. Bir tür sınavı geçmiş gibi görünüyordu. Belki bundan sonrası daha kolay olur ve en azından bir an önce biterdi. Huzursuzca öne doğru bir hamle yaptı ve yeniden Han’ı okşamaya çalıştı.

Savaşçı, zavallı kadını odanın karşı tarafına doğru şiddetle savurdu, tekmeledi ve çığlıklarına aldırmadan sertçe tekrar ayağa kaldırdı.

‘Sana şunu yapma demiştim!’ diye uludu. Kadının yüzünü kendisininkine yaklaştırdı. Ucuz şarap ve bir haftalık ekşimiş keçi yağı kokusuyla yüklü nefesini suratına doğru ciğer dolusu üfledi, ama bu kadını neşelendiremedi, çünkü bu hareket kendisine her akşam aynı şeyi yapan, yasını tuttuğu merhum kocasını hatırlatmıştı. Hıçkırdı.

‘Ona iyi davran!’ diye hırladı Moğol ve artık istemediği dişlerinden birini tükürerek kadına fırlattı. 
‘Ona işlerin nasıl gittiğini sor!’

Kadın ona aptal aptal baktı. Kâbus devam ediyordu. Yanağına can yakıcı bir darbe indi.

‘Ona yalnızca,’ diyerek yeniden gürledi savaşçı, ‘işlerin nasıl gidiyor hayatım, diye soracaksın!’ Kadını öne doğru itti.

‘İşlerin... İşlerin nasıl gidiyor ... hayatım?’ diye kesik kesik perişan bir sesle sordu kadın.

Savaşçı onu omuzlarından tutup sarstı. ‘Biraz şefkat kat içine!’ diye kükredi.

Kadın tekrar hıçkırdı. ‘İşlerin ... işlerin nasıl gidiyor ... hayatım?’ yine acı, mutsuz bir sesle, ama 
bu kez sonuna dokunaklı bir dudak sarkıtma ekleyerek.

Kudretli Han içini çekti.

‘Ah, çok kötü değil, sanırım’ dedi, sanki dünyanın yükünü sırtlanmışçasına. ‘Mançurya’yı biraz ezip geçtik ve epey kan döktük. Bu, sabah oldu, sonra bu öğleden sonra genel olarak yağmayla geçti, ama dört buçuk civarında biraz daha kan döktük. Sen ne yaptın?’
Böyle diyerek, kürklerin içinden birkaç harita çıkardı ve içten içe yanmaya devam eden köpeğin ışığında dalgın bakışlarla onları incelemeye koyuldu.
Moğol savaşçısı yanmakta olan bir dal parçasını ateşten çekti ve tehditkâr bir tavırla kadına yaklaştı.

‘Anlat, devam et!’
Kadın bir çığlık atarak geri kaçtı.
‘Anlat!’
‘Eee, kocam ve babam öldürüldü!’ dedi.
‘Ya, öyle mi hayatım?’ dedi Han, boş boş, kafasını haritalardan kaldırmadan.
‘Köpek yakıldı!’
‘Ah, ya, sahi mi?’
‘Eee, hepsi bu, gerçekten ... eee ...’
Savaşçı elinde yanan dal parçasıyla kadına yaklaştı.
‘Şey, evet ve biraz da işkence gördüm!’ dedi kadın.
Han başını kaldırıp kadına baktı. ‘Ne?’ dedi tereddütlü bir tavırla. ‘Affedersin, hayatım, şunu okuyordum da.’
‘Tamam,’ dedi asker, ‘ona biraz dırdır et!’
‘Ne?’
‘Sadece şöyle de: ‘Bana bak, Cengiz, ben seninle konuşurken o şeylerle uğraşmayı bırak. Şu halime bak, bütün gün köle gibi, bir kap sıcak ...’
‘Beni öldürür!’
‘Söylemezsen, öleceksin zaten.’

‘Dayanamıyorum!’ diye haykırdı kadın ve yere yığıldı. Kendisin ulu Han’ın ayaklarına attı. ‘Bana işkence etmeyin,’ diye hıçkırdı. ‘Eğer amacınız bana tecavüz etmekse edin, ama ...’

Ulu Han ayağa fırladı ve öfkeli bakışlarla yerde yatan kadına baktı. ‘Hayır,’ diye homurdandı, acımasızca, ‘sadece gülerdin- sen de tıpkı diğerleri gibisin.’

Kulübeden dışarı fırtına gibi fırladı va tına binip öyle bir öfkeyle gecenin içine doğru daldı ki, ayrılmadan önce neredeyse köyü yakmayı unutuyordu.


Özellikle kötülük ve şiddet dolu bir başka günün ardından, son atlı da dumanların içinde görünmez oldu ve hayvanların toynaklarının bıraktığı gümbürtü kurşuni renkli uzaklıkların içinde yavaş yavaş kayboldu.

Duman sanki toprağın üzerinde asılı kalmış gibiydi ve rüzgârla birlikte gökyüzünün batısında açık bir yara gibi günbatımına doğru sürüklendi.

Savaş sonrasının çınlayan sessizliğinde, çayırlığın üstüne dağılmış paramparça kanlı yıkıntının arasında yalnızca çok hafif, acınacak kadar hafif çığlıklar duyulabiliyordu.

Yaşadıkları dehşetin etkisiyle sersemlemiş, hayaletimsi gölgeler ağaçların arasından çıkıyor, tökezleyerek ilerliyor ve ardından ağlayarak koşuyorlardı – kadınlar zaten ölmüş ya da ölmekte olan olanlar arasında kocalarını, erkek kardeşlerini, babalarını, sevgililerini aramaktaydı.

Duman toprağın üzerinde asılı kalmıştı. Rüzgârla, gökyüzünün batısında açık yara gibi uzanan, batan güneşe doğru sürüklendi.

Savaş sonrasının çınlayan sessizliğinde, çayırların üzerindeki kanlı enkazdan, çok, çok az, acınacak kadar az çığlık duyulabiliyordu.

Dehşetten sersemlemiş, hayaletleri andıran şekiller ağaçlar arasından çıkıyor, tökezliyor, sonra ağlayarak öne doğru atılıyorlardı – kadınlar önce ölmekte olanlar, sonra ölmüş olanlar arasında kocalarını, erkek kardeşlerini, babalarını, sevgililerini arıyorlardı.

Çok uzaklarda, duman perdesinin ardında, binlerce atlı bağırış çığırış ve bol miktarda şakırtı arasında, kimin daha iyi kamçı vurduğunu karşılaştırarak geniş bir alana yayılmış kamplarına vardılar, atlarından indiler ve hemen ucuz şarap ve ekşimiş keçi peynirine gömüldüler.

Görkemli imparatorluk çadırının önünde, üstü başı kan lekeli, savaş yorgunu Han atından indi.
‘Hangi savaştı bu?’ diye sordu, onunla birlikte at sürmüş olan oğlu Ögeday’a. Ögeday, şiddet ve kötülüğün her türüne son derece meraklı, genç ve hırslı bir generaldi. Kendisine ait olan tek bir kılıç hamlesiyle en yüksek sayıda köylüyü kazığa oturtmak alanındaki dünya rekorunu egale etmeyi umuyordu ve bu gece bu konuda bilgili biraz pratik yapma imkanı bulacaktı.
Uzun adımlarla babasına doğru yürüdü.

‘Bu  Semerkand Savaşıydı, Ulu Han!’ diye haykırdı ve son derece etkileyici bir tavırla kılıcını şakırdattı.

Han kollarını kavuşturdu ve atının üstünde eğilerek aşağıdaki vadide bıraktıkları dehşetengiz karmaşaya baktı.

‘Şey, artık farkı ayırt edemiyorum,’ dedi içini çekerek. ‘Kazandık mı?’

‘Evet! Evet! Evet!’ diye haykırdı Ögeday, ateşli bir gururla. ‘Çok büyük bir zaferdi hem de!’

‘Gerçekten öyleydi!’ diye ekledi yeniden kılıcını şakırdattı. Heyecanlanarak kınından çıkardı ve 

alıştırma olarak birkaç hamle denedi. Evet, diye düşündü, bu akşam hedefi altı olacaktı.

Han yaklaşan alacakaranlığa bakarak yüzünü buruşturdu.
‘Azizim,’ dedi, ‘bu iki saatlik savaşlarla geçen yirmi yıldan sonra hayatta başka şeyler de olmalı diye düşünmeye başladım, bilirsin.’ Döndü, altın işlemeli kaftanının kanlı, yırtık eteğini kaldırdı ve kıllı göbeğine baktı. ‘Bak, dokun şuraya,’ dedi, ‘biraz kilo mu almışım?’

Ögeday, Han’ın göbeğine huşuyla karışık sabırsızlıkla baktı.

‘Eee, hayır,’dedi. ‘Hiç de değil.’ Parmağının bir şıklamasıyla, haritaları getirmesi için bir hizmetkarı çağırdı Ögeday, geleni kılıçtan geçirdi ve hizmetkar yere düşerken, onun cansız ama pek de şaşırmamış parmakları arasından büyük saldırının planlarını almayı başardı.

‘Şimdi, Yüce Han,’ dedi, haritayı bu maksatla kamburunu çıkarmış bekleyen başka bir hizmetkarın sırtına yayarken, ‘İran’a doğru ilerlemeliyiz ve orada sonra bütün dünyayı ele geçirmeye hazır olacağız!’

‘Hayır, bak, dokun şuna,’ dedi Han, parmakları arasına bir deri katmanı sıkıştırarak. ‘Sence ...’
‘Han!’ diyerek aceleyle araya girdi Ögeday. ‘Biz dünyayı ele geçirmek üzereyiz!’ Haritaya bir bıçak sapladı, altındaki hizmetkar, sol akciğerinin altında nahoş bir çentik sahibi oldu.
‘Ne zaman?’ dedi Han kaşlarını çatarak.
Ögeday ellerini sabırsızca havaya kaldırdı. ‘Yarın!’ dedi. ‘Yarın başlıyoruz!’
‘Ah, evet, yarın biraz zor, biliyor musun,’ dedi Han. Yanaklarını şişirdi ve biraz düşündü. ‘Mesele şu, gelecek hafta katliam teknikleri üzerinde Buhara’da bir konferans vermem gerekiyor ve yarını onu hazırlamak için kullanırım diye düşünmüştüm.’
Haritayı sırtında taşıyan hizmetkar ağır ağır yere yuvarlanırken Ögeday babasına şaşkınlıkla baktı.
‘Peki, ama bunu erteleyemez misin?’ diye haykırdı.
‘Eee, bak, bana bunun için şimdiden oldukça yüklü bir ödeme yaptılar, o yüzden biraz mecburum.’
‘Peki, Çarşamba?’
Han kaftanından bir kağıt rulosu çıkardı ve kafasını yavaşça sağa sola sallayarak onları inceledi. ‘Çarşambadan pek emin değilim...’
‘Perşembe?’
‘Hayır, perşembeden eminim. Ögeday ile karısı yemeğe geliyorlar ve ben söz verdim ki...’
‘Ama Ögeday benim.
‘Eh, görüyor musun işte. O zaman senin için de uygun bir gün değil zaten.’
Ögeday’ın sessizliği yalnızca binlerce kıllı Moğol’un bağrışmaları, kavgaları ve sarhoş görüntüleri bozuyordu.
‘Bak,’ dedi sakin bir sesle, ‘dünyayı fethetmek için hazır olacak mısın ... Cuma günü?’
Han içini çekti. ‘Eh, Cuma günleri sekreter geliyor.’
‘Öyle mi?’
‘Bütün o yanıtlanacak mektuplar. İnsanların zamanımızı nasıl aldığına inanamazsın.’ Keyifsizce atına yaslandı. ‘ Bunu imlar mıydım, şuraya gider miydim. Lütfen bir hayır kurumu için katliam sponsorluğu yapar mıydım. Bütün bunlar en az saat üçe kadar sürüyor. Sonra uzun bir hafta sonu için erken çıkmayı düşünüyordum. Bakalım, Pazartesi, Pazartesi ...’
Elindeki ruloyu tekrar inceledi.
‘Pazartesi mümkün değil, korkarım. Dinlenme ve enerji toplama zamanı, ki ben bu konuda ödün vermem. Salıya ne dersin?’
Uzaktan uzağa duyulan ağıt sesini andıran garip inilti o an kadın ve çocukların katledilen erkeklerinin ardından kopardığı günlük feryada benzedi, ama bu Han’ın hiç dikkatini çekmedi. Ufukta bir ışık aşağı yukarı salındı.
‘Bak, Salı sabahtan boşum – hayır, bekle bir dakika, o gün için şeyleri anlama konusunda her şeyi bilen, ki bu benim son derece zayıf olduğum bir alan, şu son derece ilginç adamla randevulaştık gibi. Çok kötü oldu, çünkü bu haftaki tek boş günümdü. Pekala, o halde gelecek Salıyı yararlı bir şekilde kullanmayı düşünebiliriz – ama yoksa o gün de ...’
Ağıta benzer inilti devam etti, hatta şiddeti arttı, ama akşam rüzgarıyla öylesine hafif bir esinti olarak gelmişti ki, hala Han’ın işitme eşiğini aşamamıştı. Yaklaşan ışık da o gece son derece parlak olan ay ışığından eyırt edilemeyecek derecede soluktu.
‘Korkarım,’ dedi Han, ‘böylece neredeyse Mart’ın sonunu bulduk.’
‘Nisan?’ diye sordu Ögeday, bıkkın bir tavırla. Elindeki kırbaçla aylak aylak oynarken, oradan geçmekte olan bir köylünün karaciğerini yerinden çıkarıverdi, ama işin tadı kalmamıştı. Ciğeri neşesiz bir hareketle karanlığın içine fırlattı. Yıllardır, sadece her an Ögeday’ın yakınında olma avantajını kullanarak çok şişmanlamış bir köpek hemen ciğere atladı. Bunlar hoş zamanlar değildi.
‘Şey, hayır, Nisan dolu’ dedi Han. ‘Nisan’da Afrika’ya gidiyorum, bu kendi kendime verdiğim bir söz.’
Gecenin içinden kendilerine yaklaşmakta olan ışık, en sonunda yakınlardaki bir iki önemli Moğolun dikkatini çekmişti. Bu yüzden birbirlerine vurmayı ve onu bunu bıçaklamayı kesip merakla yaklaştılar.
‘Peki,’ dedi Ögeday, o hala ne olup bittiğinden habersizdi, ‘ o zaman, dünyayı Mayıs’ta fethetmeye karar verebilir miyiz lütfen?’
Kudretli Han kuşkulu bir tavırla dudağını emdi. ‘Şöyle, bu kadar önceden bir tarihi bağlamak istemiyorum. Yaşamı önceden tamamen planlanacak olursa insan kendini zincirlenmiş hisseder. Daha çok okumam gerekiyor, tanrı aşkına, buna ne zaman vakit bulacağım? Her neyse- içini çekti ve elindeki rulonun üstüne işaretledi. ‘Mayıs – muhtemelen dünya fethi.’ Kurşunkalemle işaretliyorum, bu nedenle tarihi mutlak kesin olarak bakma- ama bana hatırlatmaya devam et, sonra duruma göre bakarız, Hey, bu ne?’
Gümüş renkli ince, uzun bir araç göklerden ağır ağır inip küvete adım atan güzel bir kadının zerafetiyle, hafifçe yere kondu. Her tarafından yumuşak bir ışık çağıldıyordu. Açılan kapısından, uzun boylu, zarif, gri-yeşil karışımı tuhaf tenli bir yaratık göründü. Yavaşça onlara yürüdü.
Yolu üzerinde, Ögeday’ın köpeği tarafından karaciğerinin yendiğini gördüğünden beri sessizce ağlayan köylü yatıyordu. Adam onu geri almasına imkan olmadığını bildiği ve zavallı karısının bunun üstesinden nasıl geleceğini merak ediyordu. Tam o sırada, nihayet daha iç açıcı şeylere geçmeye karar vermişti.
Uzun boylu yabancı yaratık onun üzerinden tiksintiyle, -gerçi bunu fark etmeniz için yüzünü çok yakından görmeniz gerekirdi-  ve biraz özenerek atladı. Toplanmış Moğol subaylarının her birine başıyla selam verdi ve ağır metalik cübbesinin altından küçük bir not defteri çıkardı.
‘İyi akşamlar,’ dedi kısık ve sinsi bir sesle. ‘Benim adım Ebedi Dumura-uğratıcı, ama niye böyle dendiğini anlatarak sizi sıkmayacağım. Hepinizi selamlarım.’
Döndü ve gözleri fal taşı gibi açılmış kudretli Han’a hitap etti.
‘Cengiz Han, değil mi? Cengiz Timuçin Han, Yesügey’in oğlu?’
Ajanda rulosu Han’ın elinden kayıp yere düştü. Dumura uğratıcının gemisinden gelen soluk pırıltı, onun meraklı, endişeli ve sarı yüz hatlarını aydınlatıyordu. Kudretli imparator rüyadaymışçasına öne doğru bir adım attı.
‘Doğru yazılmış mı kontrol edebilir miyiz?’ diye sordu yabancı, elindeki not defterini uzatarak. ‘ Bu aşamada kaydı yanlış girmiş olmak ve her şeyi sil baştan yapmaktan nefret ederim doğrusu.’
Han başını hafifçe sallayarak onayladı.
‘O halde, doğru yazılmış, öyle mi?’
Şaşkınlaşan İmparator yüzünü hafifçe eğdi, gözleri hala şaşkın bakıyordu.
‘Güzel,’ dedi Dumura- uğratıcı ve not defterine küçük bir tamamdır işareti koydu. Başını kaldırıp baktı. ‘Cengiz Han,’ dedi. ‘sen otuzbircisin, bir ayyaş, minicik bir bok parçasısın. Teşekkür ederim.’ Bunu söyledikten sonra, gemisine döndü ve uçup gitti.
Tatsız bir sessizlik oldu.
O yılın daha sonraki aylarında Cengiz Han fırtına gibi bir öfkeyle Avrupa’yı ezip geçti, öyle ki, hırsından az kalsın geride bıraktığı Asya’yı yakmayı unutuyordu.

***
(kuşkucu somon, sf-289- DNA / graham chapman’ın tv şovu out of the trees -1975- için chapman’ın tasarlayıp ve Adams’ın yazdığı özgün skeçten yola çıkılmıştır utterly utterly merry comic relief christmas book 1986 deyu not düşülmüş altına)
***

2 Mart 2014 Pazar

Süpersonik Haber Bülteni Begüm Başlığı


Foucault ile didişmelerimiz sevişmelerimiz devam ededursun, şu Begüm'le mektuplaşma işinde, bir anda evreka diyerek Begüm'ü aradım.

Konuşmanın seyrinde tahmin et telefona kim bağlandı? HADİ TAHMİN ET!

=)

Meraklan biraz. Hemen söylemeyeceğim.

Begüm canının ne kadar çok sıkıldığını televizyonda da izleyecek bir şey bulamadığını söylediğinde bir baktım ki telefona bağlanmış ordan bize bir şeyler söylüyor. Telefonda 3 kişi konuşuyoruz. Hay Allah =)

şöyle bir şeyler:

'Televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretmeye başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberler daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar ve asıl önemlisi akşamları gökgürültülü sürpriz programlar var. Filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton, ancak oldukça realist'


Begüm'ün nasıl kıkırdadığını nasıl mutlu olduğunu duysan yorganın altına girer sen de kıkır kıkır gülerdin. En azından ben öyle yaptım. Galiba Begüm'ün hoşlanacağı bir adam buldum. Hiç de zor değilmiş. Öylesine kendiliğinden geldi girdi telefon konuşmamıza. Sanıyorum Begüm o gün rahat bir uyku çekti kendine.

Bana gelince, gayet iyi uyuyorum yahu =) inanılır gibi değil.

Bir bakıyorum akşam olmuş benim uykum gelmiş. Bir uyanıyorum sabah olmuş. Ben uyanmışım.
Uykum geliyor, uyuyorum, uykum bitince uyanıyorum.

oh...

İnanıyorum ki bir gün Begüm de böyle cümleler kurup hayret edecek kendi gücüne.
Kafasını sevdiğim.

Uyu Begüm uyu.
Çünkü sen buna değersin.


Fotoğraf Yüklü Fallar, yapısal yapısal oyşş..

Gün içinde ve gün dışında 87.554 kere yazmaya kalkıştığım şu mecrada beni daraltan sıkan boğan iki çift lafımı yarıda bırakan şeyin ne olduğunu soruyorum. Çünkü bulsam, ah bi bulsam, kulak memesini öptükten sonra minik cıvamı o tatlı kulağının minicik deliğinden içeri atıp, hadi uyuyalım diyeceğim.

önemli not: cıva bulmak için en yakın eczaneye gidip bir adet derece almak kolay ucuz ve yasaldır. Ölümcül olabilecek bir çok şeyin yasal olması beni çok heyecanlandırıyor. Belki de daha sert daha despot daha katı daha sert şeylere ihtiyacım vardır. Bilmiyorum. Hastaneye yatırılacakken de oturup yasak olan şeyleri düşündüm. Çok komik geldiler. Hiç heyecanlanmadım. El kol bağlamak, onu bunu çıkarttırmak yasaklamak filan. =) he gülüm he. ben çıkmak isteyeceğim, isteyeceğim yani, baya baya bir şeyi isteyeceğim, sonra da o olmayacak. Gerçekten böyle şeylere inanan insanlar var. Ne bileyim. Begüm'le konuştuğumda onun orada ne kadar çok eğlendiğini gördüm. Evet eğlendirici duruyor. Ama oraya girmeden de parametreleri hesaplamak ve çözüm bulmak beni zorlamadı. conom polostok çotol voroyolor. Plastik çatal ne ya?? öldörmö köndönö döyö. öff... Bana bunlarla gelmesinler. Biraz daha yaratıcı olamazlar mı lütfen? Bence bütün dünyanın biraz Murat Gülsoy okumaya ihtiyacı var. Perec de olabilir. Hatta işi gücü bırakıp biraz M.C.Escher ilen vakit geçirseler var ya çok mutlu olabilirim. Çünkü bu adamlar beni zorlar. Murat Gülsoy, George Perec ve Escher benim ev arkadaşım olsaydı -ki şüphe yoktur ki öyledirler- bununla kendime çok güzel bir dünya yapabilirdim. Hiç canım sıkılmazdı. Saçmasapan çığlıklar atıp tepinmeme de gerek kalmazdı. İnsan utanıyor yahu. Bence bu adamlarla çok rahat edebilir insan. Düşünsene, bir odada Murat Gülsoy var, ehuehueh, orda oturmuş kendi halinde çalışıyor okuyor filan, ben ona hiç kıyamam ki, hiç rahatsız etmem de, pıtıpıtı yürürüm evde, pat küt de yürüyebilirim bunu sorun etmez bence. Bence beni hiç umursamaz. Bir keresinde Yazı Çölü'nü okumuştuk Eda'yla birlikte, sonra öyle güzel okuduk ki bizce, a-a, biz bunu çıkıp sahnede de şeyapsak ya dedik, yaptık üstelik, sonra dedik ki keşke Murat Gülsoy da bilse, belki sevinir dedik belli mi olur bu işler, çağırdık, geldi gözünü sevdiğim, öyle de şükela bir adam, biz çıktık, mötbe'de şeyaptık, izledi, sonra o da bize tablo filan gösterdi, bir şeyler anlattı, Yeşilköşk'e gidip oturduk, naber dedik, iyi dedi, beğendin mi dedik, ben hiç böyle düşünmemiştim dedi, sonra bize Yazı Çölü'nü nasıl yazdığını neden yazdığını filan anlattı. Çok güldüm içimden. Alakamız yoktu kesinlikle. Alakası yok saçmalamışsınız bile demedi. Elinize sağlık dedi. Bu öyle güzel bir şey ki, insanın hep onu okuyası geliyor. Takip edesi geliyor. Onun okunulası takip edilesi sevilesi bir adam olduğunu biliyordum zaten. Bir kez de gözlerimle gördüm. Şimdi mesela gitsen ona, böyle böyle bir şey oldu mu desen, belki hatırlaaar belki hatırlamaz. Ne güzelsin sen Murat Gülsoy. Var ol e mi?
George Perec de öyle bir insandır bence. Bilmiyorum. Onunla oturup yemek yeme ve izleme şansım olmadı. Ama yazdıklarından anladığım kadarıyla Perec çok can bir insan. İnsanın o kıvır kıvır saçlarını sevesi geliyor. Nerden geliyor desen, bilmiyorum, ama evden çıkarken ona not bırakmam gerekse kesinlikle ismimi zynp olarak yazardım. Bence bu ona onu çok sevdiğimi gösterirdi. Escher beyimize gelince, neden bilmem ona hep yarası saklım diyesim geliyor.  Yaralı kuşum hazan güneşim, güz ayazında kor ateşim, bir sözün uçur göğüm gün açsın, yad eller aldı bizi.. böyle şeyler diyesim geliyor. Belki üzülüyorumdur bilmiyorum. İçimde çok eski bir şeyi çıkarıp çizmiş gibi geliyor. Canım Escher, iyi ki varsın sen de, hep ol.

Neyse, ne diyorduk? heh, yazmamı engelleyen şey. Arıyorum dediğim gibi. Sonra buluyorum. Cevaptan hoşlanmıyorum. İnsanın kendi kulağına cıva damlatması öyle kolay değil çünkü =( Başka birine yüklemem lazım bu sorumluluğu. Olmuyor. Kulaklarımı seviyorum onlara cıva damlatmak istemiyorum. Hayır çok gerekirse damlatırım bunu sorun etmem ama, biraz daha dursunlar bakalım, öyle kolay olmamalı terketmek. (Terketmek ne kadar kolay, sen kolay olanı seçtin diyor Cansever)

Anlatmak için kudurduğum her şey elimde patladı. ehehe, size de demokrasi şeysini öyle anlattılar mı? Çamlak çömlek patladıııı çamlak çömlek patladıı... Demokrasi demişken Sokrates hala yaşıyor. Biraz kilo almış, bu sabah ona biraz daha yer ve yatarsa kendisinin bir tavuk hayvanına dönüşebileceğini söyledim. Kendini bil dedim. Sen muhabbet kuşusun dedim. İyi demiş miyim? O ne dedi sence? Cik! Ne diycek? Sokrates'le ancak bu kadar konuşabilirsin çünkü. Cikmiş. Sensin cik. Babam ona eflatun bir arkadaş almam gerektiğini söylüyor. Bense Sokrates'i alışımdan bile rahatsızım. O'nu bu şekilde yalnızlığıma ortak etmek büyük gaddarlıktı. Demek ki insan çok yalnız olduğu zamanlarda çok yanlış şeyler yapabiliyor. Günaha bat mı demiştin? Beni hiç tanımıyorsun. Bu eller neler yaptı geçmişte, bilmiyorsun. İyi'yi ve anlam'ı savunmak istiyorum. Çünkü buna ihtiyaçları var ne yazık ki.

Bu yazıya başlarken anlatmak istediğim şey sakızımdan çıkan falın canımı sıkmış olmasıydı. O kadar kızdım öfkelendim ki bakkala gittim. O'na soft dedim. Suratını görmeliydin. Soft mu??? dedi. Kocaman açtı gözlerini. Gururlandım. Evet soft ne oldu şaşırdın değil mi dedim. Evet dedi. Monotonlaşan ilişkilerden hazetmem dedim. Güldü. Bu esnada bir kadın ona deli gibi bilmemneyin arsasının mı binasının mı parası hakkında bağırıyordu. Bakkal hem benim sürprizlerimle uğraşıp hem de kadının sorularına cevap vermek arasında bocaladı. Alıp paketi çıktım ve kadını bekledim. Kadın yanıma gelince ona çakmağın var mı dedim. Kızgın kadın yok dedi, alırız dedi. Alma dedim, ben de alabilirim sende olup olmadığını merak ediikgg dememe kalmadan içerden bakkalın çakmağını alıp geldi. Çakmak bir süre yanmadı. Mutsuzum dedim. Kız gel buraya yakıcaz biz bunu yapabiliriz dedi. İnancı için teşekkür ettim çünkü buna ihtiyacım vardı. Öfkeliydim! Sigaramı yaktı ve tekrar içeri girip bakkala bağırmaya devam etti. Ben de biraz dolaşıp şarkı söyleyip eve geldim.

Bu yazıya fotoğrafı ekleyebilirsem çok mutlu olmamız için bir sebebimiz olacak. Ekleyemezsem önce kendimi deşmeyi sonrasında da seni arayıp Oğuz video yüklemeyi öğrettin ama ben bu sefer de fotoğraf yükleyemiyorum diye ağlamayı düşünüyorum. Umarım böyle çirkin bir şey geçmez aramızda. Video yükleme konusundaki gerginliğime ve telaşıma gösterdiğin derin anlayış ve saygı için tekrar teşekkür ederim. Ötesini ben tamamlayabilirim diye düşünüyorum.

Sevgiler,

Zeynep.

Not: Yapısalcılara selam, sakıza devam.

27 Şubat 2014 Perşembe

tirilaylay liiii

-Elf gözlerin neler görüyor Legolas?
-Hiç daldı öyle..
-Dalgıç mı senin gözlerin Legolas?
-??!
-??!
-Otobüse bincem ben!


Ben: (hmmmm Legolas otobüsleri seviyor efendimis..)






17 Şubat 2014 Pazartesi

"Foucault'yu Sevmek"

Çok az insan üzerine yazılar Foucault üzerine yazılanlar kadar tutkuludur. Deleuze, Baudrillard, Revel, Blanchot vs. Hepsinde belli bir tutku, bir "kaale almamazlık edememek" duygusu hâkimdir. Ve Foucault'ya çarptığınızda kendinizi yoğun bir şiddete maruz kalmış hissedersiniz. Felsefe, politika, edebiyat ve yaşam imgeniz kadar, sarsılmakta olan şey kendi-imgenizdir de. Bir Foucault metni yoktur ki başınızı belaya sokmasın.

"Foucault ile hiç karşılaşmadım". İşte Blanchot'un bu tuhaf formülü, Foucault üzerine yazılabilecek en lirik cümledir. Üstelik bu çok komiktir, zira, Foucault her yerdedir: Banliyölerde siyahlarla seks partilerinde, Sartre ile eylemde veya Deleuzelerin mutfağında… Ecolè Normale’in amfileri, müptelalar, filozoflar, militanlar, eleştirmenler ve yazarlarla doludur. Koca bir gürültü!


Oysa bütün bu debdebenin altında, onunla tanışmış olamazsınız. Foucault kendini her yöne doğru kaçırmış ve ortadan kaybolmuştur -Bir ihtimal yine tuhaf bir arşive dalmış olabilir. [“Şehre yeni bir arşivci atandı” diye yazacaktır Foucault üzerine Deleuze.] Gerçekten Foucaultcu bir ampirizm vardır ve bu ampirizmi sınırına götürmekte, son derece güçlü bir içkin olay felsefesi ve analizi ortaya koymakta, Foucault çok büyük bir yol almıştır. Artık, sözceler belirir, iktidar ilişkileri tertip olunur, öznellik üretilir ve bütün bu belirme, tertip olma, üretmeler boyunca, bütün bu ilişkiler, seriler, fiiller ve aslında olaylar, hiçbir aşkın ÖZNEye, hiçbir aşkın İKTİDARa, hiçbir aşkın DİLe göndermez, ondan kaynaklanmaz, onda tükenmez. Ayrıca YAZAR da, bütün bu olayların arşivinde kaybolmuştur, arşivci, eski büyük anlatıcı YAZAR değildir, o yeni olayların imkânının peşindeki bir deney(im)cidir. Kendisini de arşivin bir parçası kılar, orada ürer ve becerebildikçe yeni olası olayları kovalar. O yüzden Foucault, “kendimin neticede aynı kalacağım ve sonunu bildiğim hiçbir kitabı yazamam.” diyecektir. Bu yepyeni, pozitivist olmayan, onun çoktan ötesine geçmiş, içkin bir ampirizmdir.

[Ki Ferda Keskin’in editörlüğünü yaptığı altı ciltlik Seçme Yazılar derlemesi, Foucault’nun deneyimciliği ve militanlığı üzerine çok şey söyler. Basitçe “politika yaptığı” için değil, ama eline aldığı her problemin kendisinin ve işleyişinin radikalliğinde, onu neredeyse kişisel bir kriz olarak yaşar. Yazmaya koyulduğu kitaplar, seçtiği temalar, değiştirdiği perspektifler kriz olarak yaşanmıştır. Sert kavgalar etmiş, ama ince nüktedanlığı ve muhteşem gülüşü hiç değişmemiştir.]


Diğer filozoflarla, edebiyatçılarla, şairlerle, ressamlarla ilişkilerinde de bir deneyimcidir Foucault. Birinin bir eseri veya kendisi üzerine yazdığında, alanı ne kadar dar olarsa olsun içinden olayı söküp almayı becerir Foucault. Russell üzerine yazdığında, Valasquez üzerine yazdığında, Borges üzerine yazdığında, Blanchot üzerine yazdığında vs...

Yine de Türkiye’nin futbol ile ilgilenir gibi ilgilendiği filozoflar. Bugün Foucault Türkiye’de bir futbol takımı gibi, ya tutulur, ya nefret edilir. Bu açıkça zayıf düşüncedir. Zira elbette, filozof karşısında tarafsızlık değil ama-böyle bir tarafsızlık daha da bir zayıf düşünce olurdu-, filozof karşısında muhabbet gerekir. Bazılarıyla muhabbet edemiyor olabiliriz, ama bu sadece “bazılarıyla muhabbet edemediğimizi” gösterir. [Deleuze yine de takip edilesidir, çünkü bir filozofla, bir kitapla, bir düşünceyle iletişim kurmanın en olağanüstü halini icat etmiştir: Neyi alabileceğine bak ve asla eleştirme. Kant üzerine yazarken, “düşmanın aletlerini ortaya çıkartmaya çalışırken” bile, eleştirmez, olumsuzlukları göstermez, bununla ilgilenmez.]

Oysa Foucault’da ne çok yaşam vardır. Bütün o “iktidarın her yerdeliği”, “öznenin ölümü”, yapısalcılık/postyapısalcılık ve en kötüsü postmodernizm ile ilgili grotesk atmosfer. “İktidar her yerde” ise, bu, Foucault’nun yaşamın en kılcal faşizmlerden bile özgürleşebilirliği üzerine düşünüyor oluşundandır. Ve özne ölüyse, öldüyse, bu konunun Foucault ile ilgisi yoktur. O özneyi öldürmemiştir -ne magazinel bir yaklaşım!-, bununla uğraşmaz bile. O sadece tespit eder ve yürür gider. Ve yapısalcı olduğunu söyleyenlere şarlanır Foucault, en son Piaget’e sövmeye kadar vardırır işi… Ve postmodernizm? Foucault modern midir? Foucault postmodern midir? Foucault bunların hiç birine cevap vermez, ilgilenmez, başka dertleri vardır.



Büyük laflar ve klişelerin altında kalmıştır Foucault. Foucault’yu bulmak için, önce klişeleri temizlemek gerekir. Foucault ile işimiz hala bitmedi ve kolay kolay bitmeyecek. Zira Foucault akademiden çok militanlara, kendi küçük yaşamlarında yeni yaşam olasılıklarını, yeni olayları kovalayan o mücadele halindeki insanlara aittir. Foucault bir olaydır -kendisi Marx üzerine böyle söylüyordu- ve her olay gibi kendi zamansallığı vardır: Zamansız. [Geçen gün Özgür [Soysal], mailinde “adam geleceğe yazmış” diyordu. Amerika’da derslerinden yeni bir bölüm çıkıyormuş da..] Bu zamansızlık içinde, Nietzscheci bir çığlık durmadan çınlar: “Birazcık temiz hava!”. İşte bu, politika için, yeni bir yaşam için, gerçekten yaşadığını hissetmek için, başka olasılıklarını icat etmek için “birazcık temiz hava!”. Tek bir Foucault vardır, o da henüz karşılaşmadığınız Foucault’dur.

kayda yakılan ağıt, sızlık. ya da.

Adam o kadar açık ve seçik koyuyordu ki derdini ortaya , bir parçasını olsun alıp dertlenmemek için gerçek bir aptal olmak gerekiyordu. Ve onu yanlış anlamak o kadar imkansızdı ki, şöyle demesinden çekiniyordum:

‘bir kişi dahi çıkıp da beni yanlış anlamadı!
Bir kişi yahu bir kişi,
Bir kişi de çıkıp beni yanlış anlamadı ki
Yanlış anlıyorsunuz diyeyim.’

Yalnış anlaşılmamanın ağırlığını herkes bilir. Burada kalkıp da bunun elem ve ızdırabından bahsetmek, zaten hali hazırda varolan acılarımızın tekrarı demektir.

Uzun yıllardan beri ortaya çıkması için dişimle tırnağımla uğraştığım orjinal acılar marketimin daha açılışını bile yapamamışken sürçek sarhoşlumla bir gece ansızın..

Nasıl söyleyebileceğim bunu bilmiyorum..

Bir gece ansızın.. aptal dikkatsizliğim mi diyeyim.. sanayi tipi cıgaralardan,  Allah’ım affet..
Tütünün sıkışmışmamışlığı mı benim sıkışıklığım mı.
İçimde büyüttüğüm şık şıkıdım bir sıkışıklık mı. T,t,t, tütün sürprizi mi bilmiyorum.

Marketim benim ellerimle, benim gözlerimin önünde.. Küle döndü.

Bacaklarımda, baldırlarımda, kasıklarımda, boynumda, omuzlarımda, dilimde, damağımda, yüzümün her bir tarafında, ve tüm tarafsız kaldıklarımda açılan yaraların haddi bensem, hesabı kim ödeyecek?

Kestim ağlamayı bir süre sonra. Kestik!, dedi içimden biri. Adı Fırat olmalıydı, yılbaşında kesmiş parmağını, bak dedi elimi kimse için suya sokmazdım dedi. Hadi, konuş benimle, dedi. Çıkardı tokamı.

Havluma kuruladım elimi yüzümü. Avucuma doldurduğum külleri  götürüp Ganja döktüm.
Ganj derken lavabodan bahsediyorum. Yalova’dan da bahsediyor olabilirim. Bilmiyorum.

ama, bildiğim bir şey var, onu size emanet edebilir miyim? :

Ne olur, Herakleitos’u üzmeyin.



15 Şubat 2014 Cumartesi

Sürprizi Beklerken

O kadar korktum ki bozulacak diye, şimdi kendim bozuyorum.
Çünkü bu korku, bu geliştirilmiş sağlıklı paranoya, goller atıp duruyor hayalgücüme.
Ederim çünkü ben, böyle sürprizin içine!

'Muhafızgücü:1 Hayalgücü:0' diyor Tarık Günersel

'Tarık Günersel: 0 Hayalgücü:1' diyorum ben.

Şimdi onlar düşünsün!

Çünkü bu böyle olmalı. Neden olmalı nasıl olmalı değil, eğer söz konusu olan kritik zamanlar ise, (hangi zaman kritik değildir ey znep?) Eeh! düşünmeye vaktim yok. Maç devam ediyor.

(Gücüme gidiyor böyle yazmak.. )

'Öldür!’ diye haykırdı Ford. Havlusuna sesleniyordu.
Havlu Harl’ın ellerinden fırlayıverdi.
Bu onun kendine ait bir itici gücü olduğundan değil, Harl’ın öyle olabileceğini düşünüp irkilmesindendi. Onu irkilten ikinci şey Ford Prefect’in yumrukları önde, masanın üstünden onu doğru atılması oldu. Aslında Ford’un saldırdığı şey kredi kartıydı, ama Harl’ın içinde bulunduğu türden bir kuruluşta, hayata karşı sağlıklı bir paranoya geliştirmeden onun bulunduğu pozisyona gelebilmek kolay değildi. Bu yüzden bu atağa karşı mantıklı bir önlem olarak kendisini geriye doğru atmış ve kafasını roket geçirmez cama, sert bir şekilde çarpmıştı. Ardından da endişe dolu ve mahrem bir seri rüyaya dalmıştı.' O.G.R, dna.

Şu ağaçların arasına bir hamak bağlamış, sallanıyor ve salıyorum kendi içimde. Ama demek ki içim etmeye elverişli içimin de içine, o halde hiç durmam, tüm samimiyetimle ederim ben kendi içime de.

Kızgınım biraz. Rüzgar hiç hazırlıklı olmadığım yerden esti. Rüzgarın hazırlıklı olmadığım yerden esmesine hazırlıklı değildim. Rüzgarın hiç hazırlıklı olmadığım yerden esişine kızışıma kızdım.

Ölmemiş miydim, hani ölmüştüm, işte buna kızdım. Şimdi izninle, izninizle, bir kez daha ölüyorum.

Buralarda bir dövüş sporcusu kaval çalıyor. Alanlar üzerine. Alandaki hakim faillerin sürprizlere ve radikal çıkışlara karşı temkinli oluşları üzerine.

Cehennemin dibine bile gitmeyi haketmeyen bir ton sosyolog var kafamda. Çünkü ben bir keresinde cehennemin dibine gittim, ve cehennemin dibinden bulup getirdiğim çarelerle derman yaptım dertlerime. Onlarsa bunu haketmiyorlar.

Bourdieu da öyledir. Kesinlikle cehennemin dibine gitmiş, eline almış kalemini fotoğraf makinesini, yapıp durmuştur analizlerini. Onun cehennemin dibine gitmekten korkusu yoktur. Ne diye korkacakmış ölmekten ki, yanmaktan ki, yaşıyor muydu sanki? İşte bu yüzden Ölmüyor işte ölmüyor. Çatlayın! Düşünün! Taşının, didikleyin. Ölmüyor!

Çünkü yaşamamayı seçti o. Hadi, hadi, doğru sözlü iseniz, hadi eğer yürekli iseniz, bunu da ekleyin o fularlı günlerinize.
Gelip bakacağım çünkü. Bir elimde çiçek dürbünüm, diğerinde kalemim. Nerden nasıl gözetlediğimi hayal bile edemeyeceksiniz. Hala 1984 diyorlar Allah'ım.. Aklımı çıldıracağım şimdi.

'Oynadığımız bu oyunda, kazanmak söz konusu değil, sadece bazı yenilgiler, diğerlerinden daha iyidir, hepsi bu ' G.Orwell

Ve 25 dakikalık ihtiyaç molası için bile asla dinlenme tesisine uğramayacak uzun yol otobüs yolculuklarında çaysız bırakılması gerekenler, ki şöforleridir derin bir uykuya yatırılası, Bourdieu'nun sosyalbilimci vs. olduğunu iddia edenlerdir.

Zira, o bir şairdir, kaval çalan bir şairdir. O'nu doğru anlatmaya ve anlatmaya en yakın cümlenin 'dövüş sporcusu' olması  Hemingway'in de boks yaparak yazmasındandır.

Kızgınlığım biraz daha dindiğimde, ve biraz daha öldüğümde devam edeceğim. Şimdi biraz çay içmem lazım. Bugün çok çaysız kaldım.

Şunu paylaşarak yarım bırakıyorum sözlerimi:

'
... 'Yağmur yağıyor' dedikçe ''Kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer bembeyazdı'' diyen Hemingway
Ki boks yaparken yazardı
Ya da şöyle söyleyeyim:
Yazarken boks yapardı ...       
 ...                                                  ' ahmet güntan, ormanların gümbürtüsü


ve aniden kesilen şarkılarda, şüphesiz ki hikmet vardır.